Osmanlı borçla gitti sıra bizde mi?
Cengiz Özakıncı’nın Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı adlı kitabını okuyordum. Kitabın 104 ncü sayfada ll. Abdülhamid, Dış Borç ve Toprak Yitimi başlıklı bölümünde Osmanlı’nın borcuna karşılık, alacaklıların topraklarına (Midilli) el koymalarını görünce inanın şok oldum.
Şimdiki, Cumhuriyetimizin en gerici iktidarınca o tesise bu tesise adının konulduğu ll nci Abdülhamid özentileri bir yana, biz tarihi acı gerçekleri yansıtan Özakıncı’nın satırlarına bir göz atalım.
“Osmanlı 1854 ten başlayarak borç aldıkça toprak yitiriyor, toprak yitirdikçe dış borç alıyordu ve bunun sorumlusu, Padişahlık özentilerinin savladığı gibi sadrazamlar, İttihatçılar vs değil, doğrudan doğruya Osmanlı’nın bilim ve teknoloji alanında Batı’nın gerisinde kalmış olmasıydı.
Bilim dışı zihniyet Osmanlıda da, şimdi de aynı
60 bin kişilik cami tartışması
SP lideri Temel Karamollaoğlu,"hangi akıllının başına Çamlıca Tepesi'ne 60 bin kişilik cami yapmak gelir ya? Bir kere doldursunlar ellerini öperim" demişti.
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da ona şöyle demişti:
“Sen bu hesabı kalk bir de Kanuni’ye sorsana, Fatih’e sorsana”.
Ben de, izniniz olursa, bu soruyu soracağım ve yanıt vermeye çalışacağım.
Avrupa’da Rönesansla aydınlanma çağı başlarken, matbaa İstanbul’un alınmasından üç yıl önce bulunmuşken, Osmanlı, elinde kılıç Yemen’den Viyana kapılarına kadar fetihlerle yağma ve talan peşinde idi. (Piri Reis’in talan rüşvetinin paylaşımı yüzünden idam edildiğini tarih sayfalarından okuyunuz.)
Avrupa’da şehir şehir, belde belde matbaa makineleri kurulup aydınlanma çabaları sürerken, Osmanlıda ise devletin servetini gelirlerini İstanbul’a büyük camiler yapıyor olmasını, bilim okulu yerine medrese açmasını medeniyete, çağdaşlığa hizmet sanılıyordu. Günümüzde de tıpkı şimdiki, Cumhuriyet tarihinin en gerici iktidarı AKP-RTE nin borçlanarak oraya buraya lüks camiler yapmayı, okulları imam hatip yapmayı çağdaşlaşma sanıyor.
Şimdi burada RTE nin dediği gibi, Fatihe Kanuniye soralım. Avrupalı, şimdiki çağdaşlığa oraya buraya en büyük, en lüks kilise (mabet) yaparak mı ulaştı? Kesinlikle değil, çünkü dünyada dinle, mabetle, sadece dine yönelmekle çağdaşlaşma olamaz, böyle bir örnek de yok. Batı ülkeleri Ronesans’tan başlayarak günümüzdeki çağdaşlığa, laik düşünce, demokrasi, bilim ve sanatla ulaştı. Dünyanın en geri kalmış ülkelerine bir bakın (özellikle bütün Müslüman ülkeleri) hepsi de demokrasiden bihaber, demokrasiden uzak ve tek adamla yönetiliyordu. Türkiye ise 1950 den sonra kör topal da olsa demokrasiye yönelmişse de, 66 yıl sonra AKP-RTE iktidarı sürecinde halkı kandıran bir referandumla demokrasiden uzaklaşıp öteki Müslüman ülkeler gibi tek adam yönetimine dönüş yapmıştır. Dünyadaki geri kalmış ülkelerin hepsi de tek adamla yönetilen ülkelerdir. Zaten 16 yıldan beri tek adamla yönetilen ülkemiz (2002-2008 arası hariç) adalet, demokrasi, insan hakları, özellikle ekonomi alanında sürekli geriye gitmektedir. Prof. Dr. Ali Can Ulusal Eğitim Derneğindeki bir konferansında şöyle diyordu: “Dünyada geri kalmış ülke yoktur, tek adamla kötü yönetilen ülkeler vardır” ve geri kalmışlığı tek adamlı yönetime bağlıyordu. Yine aynı konferansta Ali Can, “ IMF ve Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye’de 2008 de fert başına düşen gelir 10200 Dolar ilen, 2018 de 8000 dolara düşmüştür, hükümet bunu halktan saklıyor”. Bu ne demektir, hepimiz herkes fakirleşiyoruz demektir. Bunu piyasada soğandan patatese kadar fiyatlara ve alım gücümüze bakarak anlayabiliriz.
Matbaaya ve bilime ilgisiz kalan Osmanlı çağın gerisinde kalmıştı. AKP-RTE iktidarı da aynı yolda.
Matbaa 1450 yılında bulunurken, azınlıkların İstanbul’da el yazması ile de olsa yayınevleri vardı. Osmanlıya ise, bilimin gelişmesine çok büyük etkisi katkısı olan matbaa ancak 270 yıl sonra Lale Devrinde (o da Macar dönmesi İbrahim Müteferrika tarafından zorlukla) getirilebilmiştir. Ama Osmanlı matbaaya ve de bilime öylesine ilgisiz kalıyordu ki, tıpkı RTE-AKP iktidarının bilim, teknoloji ve sanattan uzaklaşarak oraya buraya kocaman cami yapmayı, okulları medreseye benzer imam hatip okulu yapmayı çağdaşlık-medeniyet sayıyorsa, Osmanlı da bilime matbaaya ilgisiz kalmayı, kocaman cami yapmayı, medrese açmayı çağdaşlaşma sanıyordu. Bu zihniyet taa 1923 yılına kadar geldi.
Bir ülke boya yapar gibi bir anda uygarlaşamaz, çağdaşlaşamaz, bunun için uzun bir eğitim ve kültürleşme süreci vardır. Yine bir ülke, bir anda da batamaz, yıkılamaz, uzun süre tek adam yönetimi ile bilimi, kültürü dışlayarak yavaş yavaş geriler.
Osmanlının da yıkılma sürecine bir bakın, önce duraklama, gerileme ve yıkılış, bu süreç üç yüz yıldan fazla sürdü.
Bilime ilgisiz kalan devlet toplum batar
Oysa Osmanlının Ronesans-matbaa gelişimine, bilim ve buluşlara ilgisiz kalması; medreseyi bilim okulu sanması, oraya buraya kocaman cami ve saray yapması onu nasıl çağdaş dünyadan geride kalmasına neden olmuşsa, şimdiki AKP-RTE iktidarının da borçlanarak oraya buraya lüks cami, saray yapması, imam hatipleri bilim okulu sanması Osmanlının bu geri kalma sürecine, birbirine ne kadar da benziyordu.
"Firavunlarınki gibi Kilise'nin egemenliği de sömürüye dayanıyordu... Victor Hugo, Sefiller'de de, Notre Dame'ın Kamburu'nda da sömürü ve sefaleti anlatır...
Aydınlanma Devrimi ile Kilise egemenliğini kaybedince sömürü ve görkemli katedraller yaptırma devri sona erdi...
Günümüzde ortaçağı yaşayan İslam dünyasının muktedirleri de egemenliklerini gösterişli saraylar ve büyük camiler yaptırarak göstermek istiyorlar..."(1)
Oysa üretime, bilime dönük olmayan cami ve imam hatipler halkın refahına katkı sağlamadığı için kalkınmaya etken olmadığından, ülkenin geri kalmasını neden oluyordu. Osmanlının hemen hemen hiçbir sanayi tesisi, fabrika, bir üretim alanı yoktu. Şimdiki bu yönetim de Cumhuriyetin bin bir zorlukla kazanımları olan fabrika ve tesisleri satıp savuyor, bir tane fabrika bile kurmuyordu. Tarımı da ihmal edince, artık sanayi ürünleri yanında tarımın hemen hemen tüm ürünlerini dışarıdan almaya başlıyordu. Kısaca bir ülke ulusal gelirini üretim yapacak fabrika kurmaz, tarımı ihmal ederse, o ülke çağın gerisinde kalır. Şimdi bu süreci yağıyoruz.
Cehaletten cahillerden medet uman bir ülke iflah olmaz.
Yükselme devrinde savaşlar kazanılıp ülkeler fethedildikçe, Osmanlıda üretim olmadığı halde, talan, yağma ile hazinesinin dolduruluyordu. Ne zaman ki bu saydığımız, ilim, sanat, demokrasi alanındaki gerileme yavaş yavaş başlamışsa hazinesi de boşalıyor, devlet borç almak zorunda kalıyordu. Üstelik kendi başına desteksiz bırakılan Türk Köylüsü Türk Çiftçisi de “aşar ve öşür” vb vergileri ile inletiliyordu; halkının da yüzde 95 inden fazlası okuryazar değildi. Her ikisinin de bilim ve teknolojiye ilgisiz kalması geriye gitmelerine neden olmuştur. Bakıyorlar ki okumuş aydın insanlar kendilerine oy vermiyor, sadece cahillerden oy alınca, baştaki AKP-RTE nin bir akademisyenin dediği gibi, cahillerden medet ummaya başladılar ve bir akademisyenleri “biz cahillerin ferasetine güveniyoruz” diyebiliyordu. Çağdaş bir devlet cahillerden nasıl medet umar!) Tıpkı Osmanlının yaptığı gibi, cehaletten ve cahillerden medet uman bir devlet, çağdaşlaşma şöyle dursun, asla iflah olamaz.
Öyleyse, çare şunlar:
(Şimdilerde 17 yıllık AKP-RTE iktidarının Cumhuriyet Tarihinin en büyük borç altına girdiğini, lüks camiler, saraylar yaparken, bilim okullarını kapatıp imam hatip açtığını, doğru dürüst yatırım- sanayi-fabrika yapmadığını-tarımı batırdığını kafamıza not edelim).
SARAY SENİN NEYİNEDİR
Deden çarıkla gezerdi
Saray senin neyinedir
Baban taş duvar dizerdi
Saray senin neyinedir.
Emmin eşşekle giderdi
Dayın sürüyü güderdi
Anan ırgatlık ederdi
Saray senin neyinedir.
Çiftçiyidi atan soyun
Kok yakardı belden köyün
Aç gezerdi ağan beyin
Saray senin neyinedir.
Muhtaç idin acı tuza
Zor çıkardın kıştan yaza
Bundan kızar Kanber size
Saray senin neyinedir.
ll. Abdülhamid’in Dış Borç ve Toprak Yitimi
1875 yılında Fransız uyruklu iki Yahudi tefeci Lorando ve Tubirni’den alınan 200.000 altın borç 20 yıl ödenemeyince faiziyle birlikte 750.000 altını bulmuş. ll. Abdülhamid bu borcu ödeyemeyince Fransız devleti bu iki Yahudi tefecinin Fransız uyruklu olduklarını öne sürerek alacaklarına karşılık Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edeceğini ve gümrük gelirlerine el koyacağını duyurmuş, ll. Abdülhamid’e 3 gün süre tanımıştı. Süre dolmasına karşın borç ödenmeyince, Fransa, büyükelçisini geri çekmişti. 4 Kasım 1901 de Fransız donanması Midilli Adası’nı işgal ederek gümrük gelirlerine el koymuş ve Midilli’deki Osmanlı egemenliğine son vermişti. Bütün bunlar daha İttihat ve Terakki Partisi yönetime gelmeden yıllar önce ll. Abdülhamid’in ülkeyi tek başına yönettiği, dilediği kişiyi sadrazamlığa oturtup dilediği sadrazamı dilediği an kovduğu yıllarda oluyordu.
Osmanlı ll nci Abdülhamid devrinde böylece borç yüzünden topraklarına el konulurken, Osmanlı sarayında günde yedi bin kişiye yemek çıkarmış. Düşünün o gündeki ve günümüzdeki saray israfını. Bilime ilgisiz kalan Osmanlı padişahı ll. Abdülhamid sarayda fala baktırır, sarayda “Cinci Hoca” diye anılan Ebul Hüda, Şeyh Zafiri gibi nice üfürükçü ve falcıları beslermiş. (Şimdilerde Türkiye’nin en müsrif saray-binasında Fesli Deli Kadirler besleniyordu).
Osmanlı Devleti ll. Abdülhamid’ten çok daha önce kendi ayakları üzerine duramaz, kötürüm bir halde idi”.(2)
“Kırım Savaşı yüzünden Osmanlı bütçesi tamtakır kalmış, devlet kendi memurlarının aylıklarını bile ödeyemez duruma düşmüştür ve Osmanlı İmparatorluğu, bu yüzden, tarihinde ilk kez 1854 te Mısır’ın gelirlerini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç para almıştır…” (3)
Osmanlı devleti bilim ve teknolojiye ayak uyduramadığı için, gittikçe geriliyor, borçlanıyor, borçlandıkça toprak kaybediyordu. Abdülaziz padişah olduğunda yaklaşık 25 milyon altın lira dolayında olan dış borçlar, Abdülaziz’in padişahlığı döneminde on kat artarak yaklaşık 250 milyon altın liraya fırlamıştı. Devlet, dışarıdan borç bulamadığı sürece memur aylıklarını ödeyemez durumdaydı. Abdülaziz Avrupa’dan aldığı borçların faizini bile ödeyemez duruma düşmüştü.(4)
Bu kadar borç altına giren Osmanlı, borçlarını ödeyemeyince toprak satışına başladı. Şimdiki AKP-RTE yönetiminin artan borç karşısında ülkenin nice, banka, fabrika, limanlarını yabancılara sattığını bir düşünelim.
Osmanlı borçlarını ödeyemeyince:
“1881 ile 1939 seneleri arasında Osmanlı Devletinin diğer ülkelere olan borçlarını yani dış borçlarını takip eden ve düzenleyen kuruma Duyunu Umumiye adı veriliyordu.
II. Abdülhamit döneminde açılan Duyunu Umumiye'nin temel anlamı “Genel Borçlar” olarak geçmektedir. Yabancı devletlerden oluşan bu idareyle Osmanlı topraklarındaki tütün üretimi gibi bazı kalemler bizzat yabancı devletler tarafından yönetilerek bunların gelirlerine el konulmuştur. 1881 yılında bu kurum kurulduktan sonra Osmanlı Devletinin Mali ve ekonomik birçok alanında etkisi olmuştur.
İlk kez Kırım Savaşı sonrası 1854 yılından itibaren dış borçlanmaya giden Osmanlı Devleti, 1874 yılına gelindiğinde 15 ayrı ülkeden dış borç almıştı. Bu süre zarfı içinde ise 239 milyon lira borç olmasına rağmen hükümetin elinde sadece 127 milyon lira bulunmuştur. Osmanlı Devleti ilk borçlanmasını ise Kırım savaşı zamanında savaş giderlerini karşılamak amacıyla yapmıştır.
Lozan Antlaşması ile Duyunu Umumiye kurumunun vergi denetleme görevi son bularak yalnız borçların alacaklılara paylaştırılması görevi devam etti...
Osmanlı Devleti çöktükten sonra bu topraklarda kurulan yeni devletler ve Türkiye arasında bu borçlar paylaştırıldı. Ancak borcun büyük bir kısmı Türkiye'ye kaldı. Bu borçlar ancak Cumhuriyet döneminde bitirilmiştir”.
TC Devleti o kıt imkânları ile hem fabrikalar tesisler yapmış, hem de Osmanlıdan kalan borçları 1940 ların sonuna kadar zorlukla ödemiştir.(5)
Türkiye’nin borçları da neredeyse ulusal gelire doğru yaklaşmakta olduğunu ve dış borcun 450 milyar doları geçtiğine göre, her halde daha dikkatli daha tasarruflu bir toplum, devlet olmamız gerekir. Yoksa “borç yiyen kesesinden yer, borç yiyen emir alır, borç yiyen itibar kaybeder”.
Cevat Kulaksız
SONNOTLAR
(1) Arslan Bulut 06 Mayıs 2019 Çamlıca Camii ve YSK'nın kararı!
(2) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 104
(3)Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 55
(4)Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 84
(5)https://www.timeturk.com/duyun-u-umumiye-nedir/haber-837843
Şimdiki, Cumhuriyetimizin en gerici iktidarınca o tesise bu tesise adının konulduğu ll nci Abdülhamid özentileri bir yana, biz tarihi acı gerçekleri yansıtan Özakıncı’nın satırlarına bir göz atalım.
“Osmanlı 1854 ten başlayarak borç aldıkça toprak yitiriyor, toprak yitirdikçe dış borç alıyordu ve bunun sorumlusu, Padişahlık özentilerinin savladığı gibi sadrazamlar, İttihatçılar vs değil, doğrudan doğruya Osmanlı’nın bilim ve teknoloji alanında Batı’nın gerisinde kalmış olmasıydı.
Bilim dışı zihniyet Osmanlıda da, şimdi de aynı
60 bin kişilik cami tartışması
SP lideri Temel Karamollaoğlu,"hangi akıllının başına Çamlıca Tepesi'ne 60 bin kişilik cami yapmak gelir ya? Bir kere doldursunlar ellerini öperim" demişti.
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da ona şöyle demişti:
“Sen bu hesabı kalk bir de Kanuni’ye sorsana, Fatih’e sorsana”.
Ben de, izniniz olursa, bu soruyu soracağım ve yanıt vermeye çalışacağım.
Avrupa’da Rönesansla aydınlanma çağı başlarken, matbaa İstanbul’un alınmasından üç yıl önce bulunmuşken, Osmanlı, elinde kılıç Yemen’den Viyana kapılarına kadar fetihlerle yağma ve talan peşinde idi. (Piri Reis’in talan rüşvetinin paylaşımı yüzünden idam edildiğini tarih sayfalarından okuyunuz.)
Avrupa’da şehir şehir, belde belde matbaa makineleri kurulup aydınlanma çabaları sürerken, Osmanlıda ise devletin servetini gelirlerini İstanbul’a büyük camiler yapıyor olmasını, bilim okulu yerine medrese açmasını medeniyete, çağdaşlığa hizmet sanılıyordu. Günümüzde de tıpkı şimdiki, Cumhuriyet tarihinin en gerici iktidarı AKP-RTE nin borçlanarak oraya buraya lüks camiler yapmayı, okulları imam hatip yapmayı çağdaşlaşma sanıyor.
Şimdi burada RTE nin dediği gibi, Fatihe Kanuniye soralım. Avrupalı, şimdiki çağdaşlığa oraya buraya en büyük, en lüks kilise (mabet) yaparak mı ulaştı? Kesinlikle değil, çünkü dünyada dinle, mabetle, sadece dine yönelmekle çağdaşlaşma olamaz, böyle bir örnek de yok. Batı ülkeleri Ronesans’tan başlayarak günümüzdeki çağdaşlığa, laik düşünce, demokrasi, bilim ve sanatla ulaştı. Dünyanın en geri kalmış ülkelerine bir bakın (özellikle bütün Müslüman ülkeleri) hepsi de demokrasiden bihaber, demokrasiden uzak ve tek adamla yönetiliyordu. Türkiye ise 1950 den sonra kör topal da olsa demokrasiye yönelmişse de, 66 yıl sonra AKP-RTE iktidarı sürecinde halkı kandıran bir referandumla demokrasiden uzaklaşıp öteki Müslüman ülkeler gibi tek adam yönetimine dönüş yapmıştır. Dünyadaki geri kalmış ülkelerin hepsi de tek adamla yönetilen ülkelerdir. Zaten 16 yıldan beri tek adamla yönetilen ülkemiz (2002-2008 arası hariç) adalet, demokrasi, insan hakları, özellikle ekonomi alanında sürekli geriye gitmektedir. Prof. Dr. Ali Can Ulusal Eğitim Derneğindeki bir konferansında şöyle diyordu: “Dünyada geri kalmış ülke yoktur, tek adamla kötü yönetilen ülkeler vardır” ve geri kalmışlığı tek adamlı yönetime bağlıyordu. Yine aynı konferansta Ali Can, “ IMF ve Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye’de 2008 de fert başına düşen gelir 10200 Dolar ilen, 2018 de 8000 dolara düşmüştür, hükümet bunu halktan saklıyor”. Bu ne demektir, hepimiz herkes fakirleşiyoruz demektir. Bunu piyasada soğandan patatese kadar fiyatlara ve alım gücümüze bakarak anlayabiliriz.
Matbaaya ve bilime ilgisiz kalan Osmanlı çağın gerisinde kalmıştı. AKP-RTE iktidarı da aynı yolda.
Matbaa 1450 yılında bulunurken, azınlıkların İstanbul’da el yazması ile de olsa yayınevleri vardı. Osmanlıya ise, bilimin gelişmesine çok büyük etkisi katkısı olan matbaa ancak 270 yıl sonra Lale Devrinde (o da Macar dönmesi İbrahim Müteferrika tarafından zorlukla) getirilebilmiştir. Ama Osmanlı matbaaya ve de bilime öylesine ilgisiz kalıyordu ki, tıpkı RTE-AKP iktidarının bilim, teknoloji ve sanattan uzaklaşarak oraya buraya kocaman cami yapmayı, okulları medreseye benzer imam hatip okulu yapmayı çağdaşlık-medeniyet sayıyorsa, Osmanlı da bilime matbaaya ilgisiz kalmayı, kocaman cami yapmayı, medrese açmayı çağdaşlaşma sanıyordu. Bu zihniyet taa 1923 yılına kadar geldi.
Bir ülke boya yapar gibi bir anda uygarlaşamaz, çağdaşlaşamaz, bunun için uzun bir eğitim ve kültürleşme süreci vardır. Yine bir ülke, bir anda da batamaz, yıkılamaz, uzun süre tek adam yönetimi ile bilimi, kültürü dışlayarak yavaş yavaş geriler.
Osmanlının da yıkılma sürecine bir bakın, önce duraklama, gerileme ve yıkılış, bu süreç üç yüz yıldan fazla sürdü.
Bilime ilgisiz kalan devlet toplum batar
Oysa Osmanlının Ronesans-matbaa gelişimine, bilim ve buluşlara ilgisiz kalması; medreseyi bilim okulu sanması, oraya buraya kocaman cami ve saray yapması onu nasıl çağdaş dünyadan geride kalmasına neden olmuşsa, şimdiki AKP-RTE iktidarının da borçlanarak oraya buraya lüks cami, saray yapması, imam hatipleri bilim okulu sanması Osmanlının bu geri kalma sürecine, birbirine ne kadar da benziyordu.
"Firavunlarınki gibi Kilise'nin egemenliği de sömürüye dayanıyordu... Victor Hugo, Sefiller'de de, Notre Dame'ın Kamburu'nda da sömürü ve sefaleti anlatır...
Aydınlanma Devrimi ile Kilise egemenliğini kaybedince sömürü ve görkemli katedraller yaptırma devri sona erdi...
Günümüzde ortaçağı yaşayan İslam dünyasının muktedirleri de egemenliklerini gösterişli saraylar ve büyük camiler yaptırarak göstermek istiyorlar..."(1)
Oysa üretime, bilime dönük olmayan cami ve imam hatipler halkın refahına katkı sağlamadığı için kalkınmaya etken olmadığından, ülkenin geri kalmasını neden oluyordu. Osmanlının hemen hemen hiçbir sanayi tesisi, fabrika, bir üretim alanı yoktu. Şimdiki bu yönetim de Cumhuriyetin bin bir zorlukla kazanımları olan fabrika ve tesisleri satıp savuyor, bir tane fabrika bile kurmuyordu. Tarımı da ihmal edince, artık sanayi ürünleri yanında tarımın hemen hemen tüm ürünlerini dışarıdan almaya başlıyordu. Kısaca bir ülke ulusal gelirini üretim yapacak fabrika kurmaz, tarımı ihmal ederse, o ülke çağın gerisinde kalır. Şimdi bu süreci yağıyoruz.
Cehaletten cahillerden medet uman bir ülke iflah olmaz.
Yükselme devrinde savaşlar kazanılıp ülkeler fethedildikçe, Osmanlıda üretim olmadığı halde, talan, yağma ile hazinesinin dolduruluyordu. Ne zaman ki bu saydığımız, ilim, sanat, demokrasi alanındaki gerileme yavaş yavaş başlamışsa hazinesi de boşalıyor, devlet borç almak zorunda kalıyordu. Üstelik kendi başına desteksiz bırakılan Türk Köylüsü Türk Çiftçisi de “aşar ve öşür” vb vergileri ile inletiliyordu; halkının da yüzde 95 inden fazlası okuryazar değildi. Her ikisinin de bilim ve teknolojiye ilgisiz kalması geriye gitmelerine neden olmuştur. Bakıyorlar ki okumuş aydın insanlar kendilerine oy vermiyor, sadece cahillerden oy alınca, baştaki AKP-RTE nin bir akademisyenin dediği gibi, cahillerden medet ummaya başladılar ve bir akademisyenleri “biz cahillerin ferasetine güveniyoruz” diyebiliyordu. Çağdaş bir devlet cahillerden nasıl medet umar!) Tıpkı Osmanlının yaptığı gibi, cehaletten ve cahillerden medet uman bir devlet, çağdaşlaşma şöyle dursun, asla iflah olamaz.
Öyleyse, çare şunlar:
- Hemen en kısa zamanda yeni bir anayasa değişikliği ile tekrar TBMM ne dayalı gerçek bir demokrasiye dönülmeli, tek adam yönetimine son vermelidir.
- İmam Hatip sayılarını sadece imam yetiştirecek seviyeye getirilmelidir.
- Avrupa’nın hiçbir ülkesinde devlet bütçesine dayanan bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir makam yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı hemen kapatılmalı, özerk hale getirilmelidir. (Bu kurumun bütçesine bir bakın yatırımcı kaç bakanlığın bütçesine eşit)
(Şimdilerde 17 yıllık AKP-RTE iktidarının Cumhuriyet Tarihinin en büyük borç altına girdiğini, lüks camiler, saraylar yaparken, bilim okullarını kapatıp imam hatip açtığını, doğru dürüst yatırım- sanayi-fabrika yapmadığını-tarımı batırdığını kafamıza not edelim).
SARAY SENİN NEYİNEDİR
Deden çarıkla gezerdi
Saray senin neyinedir
Baban taş duvar dizerdi
Saray senin neyinedir.
Emmin eşşekle giderdi
Dayın sürüyü güderdi
Anan ırgatlık ederdi
Saray senin neyinedir.
Çiftçiyidi atan soyun
Kok yakardı belden köyün
Aç gezerdi ağan beyin
Saray senin neyinedir.
Muhtaç idin acı tuza
Zor çıkardın kıştan yaza
Bundan kızar Kanber size
Saray senin neyinedir.
ll. Abdülhamid’in Dış Borç ve Toprak Yitimi
1875 yılında Fransız uyruklu iki Yahudi tefeci Lorando ve Tubirni’den alınan 200.000 altın borç 20 yıl ödenemeyince faiziyle birlikte 750.000 altını bulmuş. ll. Abdülhamid bu borcu ödeyemeyince Fransız devleti bu iki Yahudi tefecinin Fransız uyruklu olduklarını öne sürerek alacaklarına karşılık Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edeceğini ve gümrük gelirlerine el koyacağını duyurmuş, ll. Abdülhamid’e 3 gün süre tanımıştı. Süre dolmasına karşın borç ödenmeyince, Fransa, büyükelçisini geri çekmişti. 4 Kasım 1901 de Fransız donanması Midilli Adası’nı işgal ederek gümrük gelirlerine el koymuş ve Midilli’deki Osmanlı egemenliğine son vermişti. Bütün bunlar daha İttihat ve Terakki Partisi yönetime gelmeden yıllar önce ll. Abdülhamid’in ülkeyi tek başına yönettiği, dilediği kişiyi sadrazamlığa oturtup dilediği sadrazamı dilediği an kovduğu yıllarda oluyordu.
Osmanlı ll nci Abdülhamid devrinde böylece borç yüzünden topraklarına el konulurken, Osmanlı sarayında günde yedi bin kişiye yemek çıkarmış. Düşünün o gündeki ve günümüzdeki saray israfını. Bilime ilgisiz kalan Osmanlı padişahı ll. Abdülhamid sarayda fala baktırır, sarayda “Cinci Hoca” diye anılan Ebul Hüda, Şeyh Zafiri gibi nice üfürükçü ve falcıları beslermiş. (Şimdilerde Türkiye’nin en müsrif saray-binasında Fesli Deli Kadirler besleniyordu).
Osmanlı Devleti ll. Abdülhamid’ten çok daha önce kendi ayakları üzerine duramaz, kötürüm bir halde idi”.(2)
“Kırım Savaşı yüzünden Osmanlı bütçesi tamtakır kalmış, devlet kendi memurlarının aylıklarını bile ödeyemez duruma düşmüştür ve Osmanlı İmparatorluğu, bu yüzden, tarihinde ilk kez 1854 te Mısır’ın gelirlerini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç para almıştır…” (3)
Osmanlı devleti bilim ve teknolojiye ayak uyduramadığı için, gittikçe geriliyor, borçlanıyor, borçlandıkça toprak kaybediyordu. Abdülaziz padişah olduğunda yaklaşık 25 milyon altın lira dolayında olan dış borçlar, Abdülaziz’in padişahlığı döneminde on kat artarak yaklaşık 250 milyon altın liraya fırlamıştı. Devlet, dışarıdan borç bulamadığı sürece memur aylıklarını ödeyemez durumdaydı. Abdülaziz Avrupa’dan aldığı borçların faizini bile ödeyemez duruma düşmüştü.(4)
Bu kadar borç altına giren Osmanlı, borçlarını ödeyemeyince toprak satışına başladı. Şimdiki AKP-RTE yönetiminin artan borç karşısında ülkenin nice, banka, fabrika, limanlarını yabancılara sattığını bir düşünelim.
Osmanlı borçlarını ödeyemeyince:
“1881 ile 1939 seneleri arasında Osmanlı Devletinin diğer ülkelere olan borçlarını yani dış borçlarını takip eden ve düzenleyen kuruma Duyunu Umumiye adı veriliyordu.
II. Abdülhamit döneminde açılan Duyunu Umumiye'nin temel anlamı “Genel Borçlar” olarak geçmektedir. Yabancı devletlerden oluşan bu idareyle Osmanlı topraklarındaki tütün üretimi gibi bazı kalemler bizzat yabancı devletler tarafından yönetilerek bunların gelirlerine el konulmuştur. 1881 yılında bu kurum kurulduktan sonra Osmanlı Devletinin Mali ve ekonomik birçok alanında etkisi olmuştur.
İlk kez Kırım Savaşı sonrası 1854 yılından itibaren dış borçlanmaya giden Osmanlı Devleti, 1874 yılına gelindiğinde 15 ayrı ülkeden dış borç almıştı. Bu süre zarfı içinde ise 239 milyon lira borç olmasına rağmen hükümetin elinde sadece 127 milyon lira bulunmuştur. Osmanlı Devleti ilk borçlanmasını ise Kırım savaşı zamanında savaş giderlerini karşılamak amacıyla yapmıştır.
Lozan Antlaşması ile Duyunu Umumiye kurumunun vergi denetleme görevi son bularak yalnız borçların alacaklılara paylaştırılması görevi devam etti...
Osmanlı Devleti çöktükten sonra bu topraklarda kurulan yeni devletler ve Türkiye arasında bu borçlar paylaştırıldı. Ancak borcun büyük bir kısmı Türkiye'ye kaldı. Bu borçlar ancak Cumhuriyet döneminde bitirilmiştir”.
TC Devleti o kıt imkânları ile hem fabrikalar tesisler yapmış, hem de Osmanlıdan kalan borçları 1940 ların sonuna kadar zorlukla ödemiştir.(5)
Türkiye’nin borçları da neredeyse ulusal gelire doğru yaklaşmakta olduğunu ve dış borcun 450 milyar doları geçtiğine göre, her halde daha dikkatli daha tasarruflu bir toplum, devlet olmamız gerekir. Yoksa “borç yiyen kesesinden yer, borç yiyen emir alır, borç yiyen itibar kaybeder”.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız SONNOTLAR
(1) Arslan Bulut 06 Mayıs 2019 Çamlıca Camii ve YSK'nın kararı!
(2) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 104
(3)Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 55
(4)Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Cengiz Özakıncı Otopsi Yayınları 2005 sf 84
(5)https://www.timeturk.com/duyun-u-umumiye-nedir/haber-837843
Hiç yorum yok: